Tarihi Rize Eşkiyaları 1 – Yıl 1853
Rize, Osmanlının serhat kentlerindendir. 1853 yılında Artvin de dahil olmak üzere geniş alana sahip bir sancaktır. Rize, Artvin, Batum, Kars ve Erzurum bölgeleri merkeze uzak oldukları için Rusya ile olan her türlü irili ufaklı sorunların ilk zararını gören yerlerdir.
Merkezî otoritenin dış dünyadaki gelişmelere ayak uyduramaması, milliyetçilik akımının Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki olumsuz etkileri, bilhassa Balkan milletlerinin başta Yunanistan olmak üzere birer birer baş kaldırıp elden çıkmaları, uzun ve aralıksız harplerin mağlubiyetle sonuçlanmaları, ülkenin pek çok alandaki kıtlıkları gibi nedenler doğu sınırındaki yerlerin, Karadeniz’in, özellikle de henüz adı Lazistan olan Rize’nin zaman zaman asayişsizlik ve kaos içinde bulunmasına neden olmuştur. Devletin eksildiği yerlerde eşkiyanın ortaya çıktığı tarihsel ve evrensel bir gerçektir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Rize kazasında 1269 (1852-53) yılında tesadüf ettiğimiz durum da buna delildir. Eşkiyalık devleti
meşgul etmektedir ve Osmanlı devlet idarecileri bu sorunu halletmek için var güçleriyle çalışmaktadırlar. Peki eşkiya ne demektir?
Şakî kelimesinin çoğulu olan eşkiya tabirinin sözlük manasına baktığımızda karşımıza şu karşılıklar çıkıyor: “Şakîler, yol kesenler, âsîler, isyan edenler, Allah’a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar, haydutlar, anarşistler, Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allah’ın emirlerine karşı gelenler.”
Eşkiya karşılığı kullanılan haydut kelimesi de aslen Macarca bir kelimedir. Şakî sözcüğü ise Arapça’dır.
Bahtsız, fena hareketli, haylaz, habis, pis, haydut, yol kesen manalarındadır.
Şakî veya eşkiya kelimesine hayta da denir. Hayta, serseri, serkeş, başıboş, başı buyruk gezen kimse demektir. Askeri alanda ise hayta, Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen addır. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın yapmak için de kullanılırdı. Sonraları düzenleri bozulduğunda eşkiyalığa başladılar; bundan dolayı “hayta” kelimesi haydut ve haylaz anlamında kullanıldı.
Bu eşkiyalar, öyle bildiğiniz eşkiyalardan değildir
Osmanlı’da devletle problemi olanların ilginç durumları vardır. Bu insanlar devletin ihtiyacı olduğu zamanlarda veya ıslah-ı nefis edip aman diledikten sonra devletin yanında da yeralan kimselerdir. Sıradan insan değillerdir. Bunlar o zamanki idare sisteminde devletin bazı resmi işlerini kendileriyle yürüttüğü insanlardır. Hemen hemen hepsi de ağa veya ayandır.
Yeri gelir devletin vergilerini toplar, yeri gelir harp zamanında savaş için asker gönderirler. Bu insanlar Osmanlı’daki ayanlık ve ağalık müessesi iyi işlediği zamanlarda iyi vatandaş, bozulduğu zamanlarda ise eşkiya olurlar. Nitekim Rize’de, resmi belgelerde kendileri “eşkiya” olarak nitelenen sülaleler ve kimseler, bilhassa Osmanlı-Rus harplerinde veya tarihe mal olmuş büyük savaşlarda orduya asker veren ağalar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Kısacası Osmanlı ordusunda “haytalık” edenler, savaş hali ortadan kalktığında “haşarilik” etmişlerdir.
Bizim anladığımız manası ile eşkiya, bugünkü manasıyla kabadayı anlamındadır. Günümüz literatüründe geçen ıstılah ve tanımlamalardaki çete, mafya, terör örgütü ve benzerleri ile karşılaştırmak yanlıştır.
O dönemin eşkiya başılarını mafya lideri, çete lideri veya terörist başı şeklinde algılamak yanlıştır. Eşkiya tarihi bir vakıadır. Bazan idareye yakındır bazan da halka yakındır. Fakat her zaman devletten veya halktan taraftar bulmuştur. Osmanlı’ya karşı çıkarılan ayaklanmaların başında yeralan Celali isyanlarını yorumlayan tarihçiler arasında devlet yanında yer alanlar olduğu gibi Celali tayfasını savunanlar da vardır.
Bolu beyi hakkında halkın dilinde dolaşan herhangi bir türkü/destan bulunmadığı halde Osmanlı devletinin resmi belgelerinde “eşkiya” olarak karşımıza çıkan Köröğlu’nun türküleri ve destanları hala dillerde dolaşmaktadır.
Ağalık ve ayanlık payesi alan bazı insanlar, kanunsuzluğun hüküm sürdüğü zamanlarda kendi kanunlarıyla halka yakın olduğu gibi devlet otoritesinin güçlenmesiyle birlikte de devlete yakın olmuştur. Mesela Trabzon’da büyük bir isyana adını veren ve tarih kitaplarında ve belgelerde oldukça geniş yer tutan Tuzcuoğlu isyanının kahramanı Tuzcuoğlu Memiş Ağa aynı zamanda devletin bir yetkilisi, idareyi kendisine teslim ettiği ayanlardan birisi ve Rize’nin önde gelen ağalarındandır. Kafkaslardaki Osmanlı Ordusunda Faş ve Sohum’da düşmana karşı savaşmıştır. Kapıcıbaşılık payesi (sarayın kapılarını bekleyenlerin başı) sahibidir.
Halka yönelik davranış ve tutumları onlara karşı bir sempati de kazandırmıştır. Tarihin çeşitli zamanlarında Karadeniz’de yaşayan meşhur eşkiyalar ve onlar için söylenen hikaye/efsane ve destanlar günümüzde bile dillerde dolaşmaktadır.
Rize yöresi eşkiya ve kabadayılarının en meşhurlarından birisi mutlaka ki Tuzcuoğlu Memiş’tir. Osmanlı’nın son zamanlarındaki isim olarak karşımıza Sandıkçıoğlu Şükrü (1865-1907) ve Cumhuriyetin ilk zamanlarına da yetişen, Kurtuluş Savaşı’nda da Milis Yüzbaşısı olarak düşmana karşı savaşan İpsiz Recep’i sayabiliriz.
Sandıkçı Şükrü destanlarından bir tanesinde şu dörtlük vardır:
Şöhretim Sandıkçı, ismimdir Şükrü
Gitmezdi fikrimden Hüdanın zikri
Bir ferdin olaydı hainlik fikri
Getirdim onu hemen amâna…
Bir başkasında ise insanımız Şükrü’nün kaçınılmaz akıbetini ve devletin büyüklüğünü anlatmaktadır:
Böyle cari olmuş adet-i devlet (Devletin kanunu böyle ola gelmiştir)
Eşkiyaya etmez zerrece hürmet
Gününde şad oldu hep cümle millet
Ömrü uzun olsun Gazi Sultan’ın.
Trabzon’da Mustafa Reis, Şişmanoğlu, Kayıkçılar Kahyası Yahya Reis ve Gadiroğlu adlı kabadayıların halk nezdindeki populariteleri de yüksek olmuştur.
Giresun’da Micanoğlu ile Hacıvelioğlu ve Goloğlu çeteleri, Ordu yöresinde de Hekimoğlu, Soytarioğlu ve Güpür adlı eşkiyaların isimlerine destanlar yapılmış türküler yakılmıştır.
Eşkiyaların tarih için önemleri
Malum olduğu üzere, Osmanlı Arşivi’ndeki belgelerde geçen olaylar tarihi olaylardır. Bu olaylar artık tarihin malzemesidirler. 1853 yılında cereyan eden ve bazı şahıs ve sülale liderlerinin isimlerinin eşkiya ve eşkiya yardımcısı ve yatakçısı olarak geçtiği belgede tarihi bir hadisenin varlığına delildir. Burada belgede isimleri geçenleri sorgulamak veya hesaba çekmek niyetinde değiliz. Ders almak, ibret almak, karşısında veya lehinde bulunmak gibi bir durum da söz konusu değildir. Bu konunun dikkatimizi çeken özelliği oldukça farklı bir boyutu içermesidir. Belgelerde eşkiya nitelendirmesiyle tanımlanan insanlar, aynı zamanda bir ailenin, sülalenin kurucuları, eskileri ve liderleridirler. Bu aileler Müslüman Türk varlığının işaretidirler. O dönemin yasalarına göre haklı ya da haksız olabilirler. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nın aktörleri İstanbul Hükümeti tarafından hain olarak ilan edilmişlerdi. Geçmişteki tarafların hesaplaşmalarını günümüze taşımaktansa bunların hikayelerinden varmak istediğimiz istikamete kapı açmak daha doğru olacaktır.
Karadeniz’in demografik yapısına yönelik nüfus hareketleri ve yerli ve yerleşik Müslüman Türk varlığının ortaya çıkarılması gerekmektedir.
Tarih oldukça ilginç hikayeleri ve enteresan bilgileri barındırmaktadır. Bunların günümüze geliş maceraları da dikkate değerdir. Bu bilgilerden birisi de İskitler hakkında olanlardır. İskitler bundan 4 bin sene öncesine kadar uzanan, yani M.Ö. 2000 yıllarına kadar giden eski bir kavimdirler. Bu kavmin Türk olduğuna dair kuvvetli deliller bulunmaktadır. Bu bilgilere yazılı kaynaklar kadar arkeolojik bulgularda da tesadüf edilmektedir. Özellikle kurgan denilen eski mezar kalıntılarındaki bulgular geçmişe yönelik şüpheleri gidermektedir. Yazılı kaynaklar ise oldukça önemlidir. Bu kaynaklara göre Karadeniz bölgesinde ve civarında Milattan çok önceleri Taur, Trak, Onogur, Akathirs, Kimmer ve İskit denilen halklar yaşıyorlardı. Karadeniz’in eski adı Pontosdur. Bu kelimenin Rumca olduğu söylendiği gibi Türkçe olduğu da söyleniyor. Bu istikamette yapılan izahat da şöyledir:
Türkçe bün/bun: çorba, yemek, ekmek arası manasınadır. dt/t eki aidiyet, iyelik ekidir. Bunti/Pontı/Pont, Türkçe’de aile reisi, aileyi besleyen ve bol yemek manasındadır.
O halde M.Ö. I. Binyıl başlarında buralarda Türkler yaşıyorlardı.
Burada Karadeniz insanının tarihsel macerasının detayına girmeyip konu ile ilgili eski kaynaklarda neler olduğuna bakmak istiyoruz.
İskitler hakkında Ilyada ve Odysseia’da ilk bilgilere tesadüf edilmektedir. M.Ö. VIII. YY. yazarı Heisodes, çobanlardan duyduğu şekliyle “İskitler” diye bahseder. M.Ö. VII. yüzyıl ozanlarının şiirlerindeki bilgiler bile çok önemlidir. Midillili Alkaios ve Ispartalı Alkman ile Aristeas’ın dizelerindeki bilgiler tarihçiler için yol gösterici ve yargı vermeye yeterli ipuçlarıdır. Homeros ve Argon destanlarındaki yer adları büyük bir kaynaktır. Fakat bu bilgiler sadece bir destan veya şiir olan belge /kitap/şiir/destan gibi kaynaklarda karşımıza çıkmaktadır. Hakkında hiç bir biyografik bilgimiz olmayan Miletli Hekataios, Ekşioğullarından çok daha üstün birisi değildir belkide… Bunun 2500 sene evvel yazdığı veya yaptığı bir şey, bazılarının itibar ettiği veya reddettiği tarihi bir tez veya gerçek olabiliyor. Tarihin Babası diye tanınan Milaslı Heredot ile Ksenofon’un bilgileri pek çok şeyi aydınlatıyor. M.Ö. III. yüzyılın ozanlarından Rodoslu Opollonius ile Théocrite’nin bir iki şiirinde İskitlerle ilgili kelimelere tesadüf olunabiliyor. İskit kurganlarında bulunan eşyaların üzerlerine çizilen süsleme ve desenlerin, savaş aletlerinin biçimleri ve teknikleri incelenerek günümüzün 2500-3000 sene evveline dair manzarası ortaya çıkartılabiliyor. Günümüzde Doğu Karadeniz bölgesini belli ve açık bir yöne doğru götürmek isteyenlerin dayandıkları tarihi kaynakları biz okuduğumuzda İskitlerin, Kimmerlerin, Sakaların, Uzların, Kumanların, Kıpçakların tarihi bir gerçek olduklarını ve bölgenin yerli halkları bulunduklarını öğreniyoruz. Osmanlı dönemi bilgilerini de ekleyerek netice olarak şunu söyleyebiliyoruz:
Yüzyıllardan beri Pontus coğrafyasında yaşayan Karadenizli Türkler, 1461’de Trabzon’un fethinin ardından hızlı bir şekilde “ezeli hidayet nurlarını izhar etmek suretiyle alem-i şuhudda (dünyada) müslümanlık şerefini kazanmışlardır.”
Bu kaynakları okuduklarını söyleyen başkaları ise aksini söylüyorlar. Karadeniz insanları Rumdur diyorlar…
Osmanlı belgelerinde -eşkiya olarak geçseler bile- Rizeli pek çok insanın tarihe katkıları ne olacaktır diye düşünmek lazım?
Kaba bir kıyaslama yapalım:
Geçmişe, yani yazının ve kâğıdın yaygın olmadığı bütün zamanlara ait hikâyeler adı üstünde hikâyedir. Dayanak olarak elde edilen belgeler ve arkeolojik bulgulardaki bilgiler, aksi olmadığı için öyledirler, yani doğru kabul edilmişlerdir. Bizatihi ne kadar doğrudurlar, bilmiyoruz? Aksi bir şey bulunduğunda ne olacak? Mesela “Heredot aslında yalancının birisidir, yalancılıktan mahkum oldu” diye yeni bir bilgi bilim adamları tarafından bulunsa, bu adamın yazdıkları ne duruma düşecektir acaba? Neden Heredot’un yazdıklarını başkaları yazmamışlar? Araplar, Acemler, Çinliler… Eski kavimlerin yazılı mirasları nerededir? İşte bundan dolayıdır ki, eski tarihlere ait bilgiler aksi ispatlanıncaya kadar kabul edilmek zorunda kalınan bilgilerdir. Zayıf ve az sayıdaki belge, bilgi ve bulgularla geçmişin binlerce yıllık yanlış yorumlanan ve maksatlı takdim edilen tarihine ne kadar güvenle yaklaşabiliriz?
Osmanlı Arşivi’nde bulunan belgeler haddizatında tarihin kendisidir, gerçeğin aynasıdır, geleceğimizin teminatı ve garantisidir. Doğruluklarının ispatına ihtiyaç yoktur. Bizzat doğru içlerindedir. Bu türden milyonlarca belgenin varlığına rağmen son 700 senenin tarihi bile net ve açık bir şekilde ortaya konulamamıştır. Tarih zor ve zahmetli, bir o kadar da meraklı bir bilimdir.
Osmanlı’nın Ekşioğlusu Milaslı Herodot’tan daha fazla gerçektir
Dolayısıyla Osmanlı Arşivinde bulunan belgeler yukarıda Yunan kaynaklarında anlatılan masal, destan, şiir, hikaye, kap kacak bilgileri türünden hayali ve sağlığı şüpheli malzemeler değildir. Burada zikri geçen belgelerin geleceğe, yani 2000 yılından bir 2000 yıl sonraya, MS. 4000-5000 hatta ilelebet sonsuza kadar ne manaya geldiğini anlamak zor olmasa gerektir.
Rizeli eşkiyaların incelenmesinin temelinde var olan amaç ve realite, onların eşkiyalıkları değil, tarihte silinmez iz bırakmış olmalarıdır. Makalemize konu ettiğimiz belgelerimizde ismi geçen her bir “zanlı” veya “suçlu” ile eşkiya nitelemesiyle veya eşkiya yatakçısı ve yardımcısı adlandırmasıyla karşımıza çıkan her bir aile reisinin ismi, tarihe düşülen sağlam bir nottur. Tarihi bir hakikattir. Demografik yapıya, nüfus ve kültürel vaziyete mütedair en büyük delildir.
1852 senesinde eşkiyalık yapan Rizelilerin varlığına dair belgeler, tıpkı diğer belgeler gibi günümüzün ve geleceğin, mesela MS. 5000 senelerinin gerçek bir bilgi kaynağıdır. Hem de İlyada ve Odysseia’dan daha gerçektir. Homeros ve Heredot’tan çok daha sağlıklıdır.
İkizdere’nin kaza oluşunun belgesi
Ekşioğullarının eşkiyalıklarının ortadan kaldırılması ve kontrol altına alınması yönünde alınan önlemler çerçevesinde İspir’e bağlı Kura-ı Seba ve diğer köylerin buradan ayrılıp birleştirilmeleriyle Kura-ı Seba (İkizdere) adıyla ve Lazistan sancağına bağlı olarak bir kaza kurulması için Padişah tarafından verilen emir 25 Nisan 1853 tarihlidir. İkizdere ilçemizin kaza oluşunun ilk emri ve yazısı budur. Daha sonra Sadrazam tarafından Trabzon Valisine, Erzurum Valisine ve Maliye Bakanlığına yazılan 15 Haziran 1853 tarihli yazıda bu işlemin muamelatından bahsedilmektedir.
Mevlana Celalettin Rum mudur, sülaleniz Satürn’den mi gelmiştir
1900’lü senelerin başında yapılan genel nüfus sayımlarına dayalı olarak oluşturulan Mernis projesi kapsamındaki nüfus bilgilerinden daha eskisine eskisine ulaşmak imkansız gibidir. Türk milletinin tarihi kökleri, atalarıyla irtibatları kesilmiştir. İnsanlarımızın aile geçmişlerine ait bilgiler, dedelerinden duydukları hayali ve çoğu zaman da uydurma ve yakıştırma aile hikayeleri kadardır. Acaba dedesinin anlattıkları ne kadar doğrudur? Kendi ailesi Satürn’den mi geldi, Uranüs’ten mi? Dedeleri hakikaten Rum idiler de kendileri sonradan mı Müslüman olmuşlardı? Neden Gâvur Ali derler? Kotiloğlu ne demektir? Hazret-i Peygamberden önce İslamiyet vardı da atalarımız mı Müslüman olmamışlardı? Türkler hiç Hristiyan olmuşlar mıydı veya Gregoryan veyahut da Musevi? İlle de bütün Hristiyanlar Rum mudur?
Bu soruların cevapları asla merak edilmez ve hatta verilemez.
Hatta Rum kelimesine o kadar alışılmıştır/alıştırılmıştır ki, bu kelimeye adeta ünsiyet peyda edilmiştir ve artık o yadırganmamaktadır. Yeri gelmişken temas etmekte yarar vardır. Bu Rum kelimesinin etnik köken veya millet karşılığı olup olmadığı düzgün bir şekilde ele alınmamıştır. Coğrafi bir adlandırma mıdır? Trakya, Kafkasya, Mezopotamya, Şattülarap, Gümüşhane, Erzurum gibi… Bir millet adı mıdır? Hellen, Grek, Yunan, Acem, Arap gibi…
Rum bir millet adı ise ve Rumlar Karadeniz’de yaşadılarsa, Semerkant taraflarından gelen Mevlana Celalettin’e neden Rumî deniyor? Hristiyan olup da kendisine Rumî lakabını veren hiç kimse yoktur. Hristiyanların itibar etmediği bir lakaptır. Halbuki Mevlana Türktür. Bir Türkün, bir din büyüğünün Türk olmayan, İslamî olmayan bir lakap alması söz konusu olamaz. Oysa burada Müslüman bir Türk din büyüğü Hristiyan bir milletin adını lakap olarak alıyor… Bu hiç de inandırıcı değil. Burada Rumî kelimesi, Gümüşhaneli, Bursalı, Konyalı manalarında Gümüşhanevî, Bursavî, Konevî dendiği gibi arazi, ülke ve coğrafi bölge manasında kullanılmıştır. Rumî Rumlu demek, Rum’da yaşayan demek. Yani Anadolulu demek. Yoksa ırkı/milliyeti Rum olan demek değildir. Kuran-i Kerim’deki Rum suresinin de Rum olarak adlandırılması bundandır. Osmanlının ilk idari taksimatını yaptığında iki eyaleti vardı: Sivas’ın doğusunda kalan bölgeye Anadolu Eyaleti, Batısında kalan bölgeye de Rum/Rumeli Eyaleti adını vermişti. Çünkü Selçuklular zamanında Anadolu coğrafyasının ismi hala Rum idi.
Osmanlı devletinin belgeleri zamanla tamamen tasnif edilip araştımaya açıldığında Türklerin atalarıyla olan bağları yeniden kurulacaktır.
Rize’nin asayişi ve eşkiyaları
Soy çalışmaları yapmak isteyenler için bu belgede yer alan insanların isimleri ve sülalelerinin lakapları son derece önemlidir.
Normal hayat süren bir insanın geçmişte de günümüzde de resmi veya sivil kaynaklarda yer bulması ihtimal dahilinde değildir. O insan, sıradan ve olağan hayatını geleneksel sistem ve alışılmış hayat dahilinde sürdürüp gider. Varlığından kimselerin haberi belge yani. Fakat, belgelere konu olan insanlar mecazi anlamıyla ya eşkiyalardır ya da evliyalardır. Yani olumlu veya olumsuz olarak aktivitede bulunanlar, bir şekilde devletle diyaloğa girenler belgelerde daha fazla yer bulurlar. Kahramanlık yapmak, bilim eseri bırakmak, üstün hizmetlerde bulunmak, vergi vb mali katkılarda ön sıralarda olmak, idareci veya itibarlı olmak gibi bunların tersine zarar veren, sisteme uymayan, kurallara kaidelere riayet etmeyen insanlar da belgelerde yeralma noktasında aynı ağırlıkta yer bulurlar.
Burada ele aldığımız belgeler 1269 (1852/53) senesinde Rize’nin asayiş durumunu anlatmaktadır. Ayrıca Rizeli eşkiyalar ile bunlara yardım ve yataklık edenlerin listelerini vermektedir. Problemin çözümü için alınan önlemler, özellikle de idarecilerin sık sık değişmesi ve asayişsizlik yüzünden bazı köylerin birleştirilip kaza olarak bir vilayetten diğer bir yere, Erzurum’dan Rize sancağına bağlanması gibi hususları da içermektedir. Bundan dolayı mevcut durumun cereyan ettiği senenin tahlilini iyi yapabilmek için bir kaç yıl öncesine ve bir kaç yıl sonrasına dair idari tasarruflar çerçevesinde Rize mutasarrıf ve kaza müdürlerinin atamalarına kısaca bir göz atılacaktır.
1266 (1849-50)-1272 (1855/56) Yılları Arasında Rize Mutasarrıfları
Osmanlı Arşivi’nde bulunan belgeleri inceleyerek tarihi bir sonuca ulaşmak gerçekten yorucudur. Aşağıdaki iki paragraf yüzlerce belgenin kontrol edilerek incelenmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Kaldı ki, diğer kaynaklarla da ikmal edilerek zenginleştirilmesi henüz yapılmamıştır. Belgesel tarih araştırmaları yapmak hakikaten zahmetli ve uzun zamana matuftur. Sabır ve tahammül isteyen bir iştir. Oldukça kısa ve sadece bu yazımıza ışık tutacak kadarıyla verecek olursak mutasarrıf ve müdürlerin durumları aşağıdaki gibi karşımıza çıkacaktır.
Trabzon’a bağlı olan Lazistan 1267 (1850) senesinde sancak olarak teşkil ediliyor ve Sancak Mutasarrıfı olarak Mir-i Miran (Beylerbeyi) Abdüllatif Paşa tayin ediliyor. Yeni sancak için yönetici olmak oldukça kolay fakat burada kalmak zordur. Rize’de uzun süre mutasarrıf olarak kalmayı başaran yoktur. Nitekim Lazistan Mutasarrıfı Abdüllatif Paşa 1269 (1852-53) senesinde Kars Kaymakamlığına tayin ediliyor ve yerine Osman Efendi mutasarrıf oluyor. Aynı yıl içinde Osman Efendi de görevden alınıyor ve yerine Kıbrıs eski Kaymakamı Edhem Paşa getiriliyor. Bu yeni mutasarrıf da kısa bir süre sonra İzmit Kaymakamı Ahmet Paşa ile yer değiştiriyorlar. 1270 (1853/54) yılında da Ahmet Paşa görevden alınıp yerine Beylerbeyi Ramiz Paşa atanıyor. Kısa bir süre sonra aynı yıl Ahmet Muhip Bey vekâleten mutasarrıflık makamına getiriliyor. Bir kaç ay sonra da Canik Mutasarrıfı Tufan Paşa ile Ramiz Paşa yer değiştiriyorlar. Sinop Kaymakamı Nebil Bey’in Bolu Kaymakamlığına atanmasından sonra Tufan Paşa Sinop’a, Batum Ordusu’ndaki Ahmet Paşa’da Rize’ye atanıyor.
1266 (1849-50)-1272 (1855/56) Yılları Arasında Rize Müdürleri
Rize bu tarihlerde Lazistan sancağının merkez kazasıdır. Kazaların başında ise kaza müdürleri bulunmaktadır. Rize müdürleri de çok sık değişmiştir. Dergâh-ı Ali Kapıcıbaşılarından Osman Bey 1266 (1849/50) yılında Rize kazası müdürlüğüne atanır. Görevine bir an önce başlamak isteyen Osman Bey saraya bir yazı yazıyor. Bu yazısında, Rize’de bazı eşkiyalık hareketlerinin olduğu haberlerini aldığından bahsediyor ve görevine bir an önce başlamak için Trabzon valisine emir yazılmasını istiyor. Fakat Rize kazasındaki karışıklıklar, asayişsizlikler yüzünden görevine gidip başlayamıyor. Onun yenine müdür olarak Mehmet Bey atanıyor. Mehmet Bey bir süre sonra “başka bir müdürlükte istihdam olunmak üzere” azl ediliyor ve yerine Batum Kaymakamı İskender Bey getiriliyor. Ancak Rize, 1267 (1850) tarihinde de pek de sakin değildir. Müdür olarak atanan İskender Bey, daha göreve başlamadan ikinci bir düzenleme ile Hurşit Ağa Rize Müdürlüğü’ne atanıyor. Hurşit Ağa Rize ayanlarındandır. Yani ileri gelen zengin, itibarlı ve etkili bir isimdir. Hurşit Ağa kontrolü sağlamakta zorlanır. Yörenin vergi toplama, aşar (öşür) işleri, askerlik kura işlemleri ve asayişinin temini maddelerinde yeterli olamaz. Bunun üzerine bir yıl sonra, 1268 (1851/52) senesinde İstanbul’daki Padişah, İçel Muhassılı olan Ali Bey’i Rize Müdürlüğü’ne atar. Ali Bey de durumu kontrol edemez. Rize oldukça hareketli günler, hatta yıllar geçirmektedir. Halk şikayet halindedir. Trabzon Valisi de bölgeye hakim değildir. Lazistan Mutasarrıfı Abdüllatif Paşa hakkında da pek çok şikayetler vardır. Tam bu sırada Livane (Artvin) Lazistan sancağına bağlanır. Sancağın sorumluluk ve kontrol alanı genişler. Rize’de çeşitli nahiye ve köylerde askerlik yaşını geçtiği halde firar edip eşkiyalık yapanlar, yol kesip adam öldürenler vardır. Yeni kaza müdürü Ali Bey de 1269 (1852/53)senesinde görevden alınır ve yerine Süleyman Bey atanır. Asayişsizlikten dolayı Erzurum’a bağlı olan ve Ekşioğullarının kontrolünde bulunan bazı köylerin Kura-yı Seba adı altında birleştirilip Rize’ye bağlandığına şahit oluyoruz. Erzurum Valiliği’nin kontrol edemediği bir bölgenin, asayiş sorunun halledemeyen bir kazaya bağlanması mevcut durumu daha da zorlaştırır. Süleyman Bey Rize’de bazı çalışmalar yapar. Ama 1270 (1853) senesinde görevden alınır. Bu durum neredeyse geleneksel hale gelmiştir. Müdürlerin biri geliyor biri gidiyor. Üstelik her gelen müdür eskisini aratmaktadır. Süleyman Bey’in yerine 1270 (1853) senesinde İspir Kazası eski Müdürü Hacı Ahmet Bey getirilir. Bu baş döndürücü görev değişiklikleri ve asayişin bir türlü temin edilemeyişine ilk olarak gerekçeli bir şekilde isyan eden 1271 (1854) yılında Rize Kazası Müdürü bulunan Mehmet Sadullah’tır. Yeni müdür, göreve başlar başlamaz valinin uygulamalarına itiraz eder ve yöredeki asayişsizliği Trabzon valisinin “yabancı müdürlerin yerine yerli müdürleri tayin etmesi”ne bağlar. Çünkü Trabzon valisi Rize ayanlarını, servet ve itibar bakımından ileri gelen ve sözünü dinleten kimseleri, halkın adlandırmasına göre ise “devlete yakın eşkiyaları” müdür yapmaktadır. Mesela Hemşin Kazası Kaymakamlığına Karaalioğlu Mehmet Ağa getirilmiştir. Mehmet Sadullah nereye çomak soktuğunu bildiği için saraydan yardım talep etmektedir. Netice itibariyle 1271 (1854) yılının sonunda Çorum eski Müdürü Ali Bey Rize Kazası Müdürlüğüne, Mehmet Sadullah’ın yerine müdür olarak atanır. İstanbul, dolayısıyla Trabzon valiliği, Mehmet Sadullah’ın yardım çağrısına bu şekilde cevap verir (!). 1272 (1855-56) yılında Rize Kazası Müdürlüğü’nde Vekaleten Sadullah Efendi’nin bulunduğunu görüyoruz. Yine aynı yıl “başka bir kaza müdürlüğüne atanmak üzere” azl edilir ve yerine Tayyar Bey’in tayin edilir. Bu hızlı trafik halkın tahammülünü tüketmiştir. 1273 (1855-56) senesinde Rize halkı Sadullah Efendi’nin yeniden göreve atanması için dilekçe ile başvurur.
Memleket elden gidiyor ama asayiş berkemaldir(!)
1266 (1849-50)-1272 (1855/56) yılları arasında Saray’a, bazan da “Rize’de asayişin sağlanması için gerekli önlemlerin alınacağı ve sorumluların cezalandırılacağı” şeklinde bilgiler ulaştırılır. Hatta Lazistan Mutasarrıfı, kendisi hakkında yapılan suçlamalara yönelik olarak bir güzel savunma da yapar. Mutasarrıf Paşa, yeni Sadrazama kutlama tebrikleri gönderirken Rize Kazasındaki asayişsizlik için asker gönderilmesi tedbiri düşünülür. Sorunun büyük bir bölümünü oluşturan köylerin birleştirilip Erzurum Vilayetinden alınarak Kura-yı Seba (İkizdere) adı altında yeni bir kaza oluşturularak Lazistan sancağına bağlanması çarelerine başvurulur.
Aşağıda, 1269 (1852-53) senesi Rize’sinde devletin ve milletin muzdarip olduğu eşkiyaların ve bunlara yardımcı olup yataklık edenlerin listeleri ile alınan önlemler ve yapılan yazışmaları inceleyeceğiz. Buradaki bilgileri kısaca günümüz diline aktararak kendi ifadeleri ile verecek olursak hadisenin bütün ayrıntıları ortaya çıkacaktır..
Yorumlar -
Yorum Yaz